Click on the pictures to enlarge them.

18. yüzyılla birlikte taşıt araçlarında motor kullanılmaya başlanması, tekerleğin icadıyla insanlığın gündemine giren arabalar için, çok önemli bir değişikliği beraberinde getirdi. Bugünkü otomobiller, sosyal anlamda, insan yaşamına nasıl ayna tutuyorsa, çağımıza dek uzanan, hayvan gücüyle kullanılan taşıt ve binek araçları da, bize geçmiş dönemlerin gündelik hayatını yansıtıyor; konforu, gereksinimi, yaşam tarzını kendi üslubunca gözler önüne seriyor.

Dünya üzerinde araba, tekerleğin icadı ve atların evcilleştirilmesiyle gündeme gelmiştir. Sümerlilerin taşıma işini kolaylaştıran bu aracı, Orta Asya’ya kadar yayılmıştır. Nitekim, Çin kaynaklarında da Türklerin araba kullandıklarından söz ediliyor. O zamanlar savaş, yük taşıma, cenaze ve törenler için kullanılan arabalar, yüzyıllar sonra dahi bu işlevlerinden bütünüyle uzaklaşmadılar ve kimi zaman iktidarın, saltanatın, kimi zaman eğlence ve zerafetin, geçirdikleri evrelerle de insanlığın atlı, tekerlekli uygarlığının resimleri olarak belleklerdeki yerlerini korudular.

19. yüzyıla kadar hayvanla çekilen çok çeşitli araba tipleri vardı. Bunlar teker sayısına, kullanım amacına, teknik ayrıntısına, koşum hayvanına, kasa ve yapı tasarımına göre birbirinden ayrılırdı. Bütün bu arabaların birçok türünün, Osmanlı kentlerinde ve özellikle İstanbul’da, günlük yaşamda, çok önemli bir yeri vardı. Çelik Gülersoy, “Eski İstanbul Arabaları” adlı eserinde bunların iki öküz tarafından çekilen, saray haremince kullanılan, süslü “koçu”; Rokoko tarzında işlemeleri, pencereleri ve zarif perdeleriyle İstanbul’un görüntüsünü zenginleştiren “katip odası”; sayfiyeye gitmekte kullanılan, sade, basit yapısı, sevimli görünümüyle “çek-çek” ya da “tente” olarak da anılan “talika”; çift körüğü yukarıda birleşen resmi ve oturaklı “landon” Abdülhamit döneminde kadınların binmelerine izin verilen tek araba olan ve Avrupa’dan ithal edilen, her yanı siyah ve kapalı “kupa”; yük taşımaya mahsus basit gruptan “sandık araba”; faytona benzer, yazlık, hafif, yarı açık “paraşol” olduğundan söz ediyor. Tabii ki, “fayton” da, bu eski İstanbul arabalarından biri.

İnsan elinin tüm hünerlerini sergilediği işleme ve süslerle bezeli, kah etrafı doyasıya seyretmek için aheste gidilen, kah kavuşmanın, ulaşmanın telaşıyla hızla sürülen, dünün faytonlarını Reşat Ekrem Koçu, dört tekerlekli, ön tekerleri küçük, arka tekerleri büyük, tek oklu, çift at koşulan bir binek arabası olarak tanımlıyor. Bu tür atlı arabalara, ön ve arka tekerleklerin çamurlukları arasında bulunan bir basamakla inilip binildiğinden bahsediyor. Arabaların dört kişilik olduğunu belirtiyor; iki kişinin gidiş istikametindeki arkaya sabit koltuğa, diğer iki kişinin de onların karşısına oturduğunu anlatarak, yağmurlu havalarda, oturanları ıslanmaktan korumak üzere, üst körüğünün açıldığını ve bacakları da ıslanmaktan kurtarmak için, diz üstüne kadar çekilen bir muşambanın mevcut olduğunu, Koçu’nun kaleminden öğreniyoruz. Faytonun önemli aksesuarlarından, bugün far olarak nitelendirdiğimiz fenerler, arabacının iki yanını süslüyor. Arabayı kullanana ise o dönemlerde “ispir” deniliyor.

Fayton, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı kent yaşamına bir moda olarak giriyor. Reşat Ekrem Koçu bu serüveni şöyle anlatıyor: “İstanbul’a, dolayısıyla Türkiye’ye, Sultan Abdülmecit devrinde, önce konak ve saray arabası olarak girdi. Sultan Abdülaziz devrinde de kira faytonları kullanılmaya başlandı. Kira faytonları iki kısımdı, bir kısmı her gün piyasaya çıkardı; bir kısmı lüks faytonlardı, piyasaya çıkmaz, arabalıklarda durur, varlığı hususi araba tedarik edecek mertebeye varmamış, fakat kira arabası ile dolaşmayı kendine yediremeyenler tarafından haber salınarak tutulur; içine, konak arabası cakası ile binilirdi.”

İlk faytonlar İstanbul’daki ve vilayet merkezlerindeki resmi binek arabalarıydılar. Abdülaziz’den itibaren Osmanlı padişahları, sadrazam, nazır ve valiler törenlere at yerine özel faytonla katılırlardı. Padişahın dört atla koşulan arabası en muhteşem faytondu ve buna “saltanat arabası” denmekteydi. Yakın kent ve kasabalar arası yolculuklarda da kullanılan faytonlar, dönemin kültürünü, sanatını oldukça etkilemiştir. Tanzimat sonrasında edebiyata bile girmiştir. Bu eserler hem o günlerin faytonlarını bize en güzel biçimde aktarmış, hem de dönemin sosyokültürel kimliğine ışık tutan yönleriyle, yazar ve şairler için ilham kaynağı olmuşlardır. Araba yapımcılığı ise önemli bir zanaat idi. İstanbul’da araba yapımcıları genelde Vefa semtinde bulunuyorlardı. Taşlıtarla ve Ayvansaray’da ise ahırlar bulunmaktaydı.

Tüm dünyada olduğu gibi bizde de motorlu çağdaş taşıtların modern yaşamdaki yerini almasıyla birlikte faytonlar yavaş yavaş kayboldular. Günümüzde motorlu taşıt trafiğine kapalı olan Adalar dışında, İstanbul’da fayton kullanılmamakta. Ancak fayton geleneği, birçok turistik yörede nostaljik bir gezinti aracı olarak sürdürülmekte.

 

The invention of the first motorized transport at the start of the 18th century brought about a revolution for wheeled vehicles as dramatic as the discovery of the wheel itself Just as today’s cars hold up a mirror to social life today, so the carts and carriages drawn by animals reflected the needs and life styles of their times.

The discovery of the wheel and domestication of horses came together to create the horse-drawn cart, which facilitated transport for the Sumerians and spread far into Central Asia. Ancient Chinese documents report the use of carts among the Turks; for war, carrying burdens, funeral processions and ceremonial purposes. For many centuries these uses altered little. Carriages served sometimes as symbols of power and sovereignty, and sometimes were a part of entertainment and elegant living in wheeled civilizations.

Up to the 19th century there were innumerable varieties of carts and wagons, carriages and coaches, with different numbers of wheels, functions, design and structure. Many types were used in Istanbul and other Ottoman cities, and played a leading role in the life of the time. In his book on the animal-drawn vehicles of old Istanbul, Çelik Gülersoy describes the ornately decorated koçu, which was drawn by two oxen and used by women of the palace, the katip odasi with its rococo decoration and gracefully curtained windows, the talika (also known as a çek-çek or tente) which was a simple rustic affair used  by  families  when  going  on country

excursions, the dignified and formal landon, the black, discreet coupé ( imported from Europe) which during the reign of Abdülhamid II (1876-1909) was the only carriage women were only allowed to ride in, the simple cart for carrying goods known as sandik arabasi, and the parasol, a light half-open carriage used in summer. Similar to this last was the phaeton.

With its small front wheels and large back wheels, the phaeton was covered with painted decoration. If the passengers wanted to watch the scenery it would proceed at a leisurely pace, but if they were in a hurry to meet someone or get somewhere, then it could rattle along at great speed. A step between the mud guards of the wheels assisted passengers to climb inside. There were two seats, facing to front and back respectively, each with room for two people. In rainy weather a hood was opened up over the passengers, and there was an oil cloth to cover their legs and protect them from getting wet. Lanterns were fixed to either side of the driver’s seat to light the way after dark.

The phaeton made a late appearance in Istanbul, becoming a fashionable form of city transport only in the second half of the 19th century. According to the historian Resat Ekrem Koçu, ‘the phaeton appeared first in Turkey as a carriage used by grand families and the palace during the reign of Abdülmecid (1839-1861). During the reign of his son Abdülaziz (1861-1876) these vehicles began to be used as hire cabs. These were of two types, those which were taken out looking for public hire every day, and luxury phaetons which were kept in coach houses and only hired by people whose fortunes were not large enough to enable them to keep their own carriage but were too proud to be seen in a hired cab. Passengers would board these with all the airs and graces of a genuine carriage owner.’

The early phaetons were also used as official carriages in Istanbul and other cities from the reign of Abdülaziz onwards. The sultans, vezirs and governors began to attend public ceremonies in their private phaetons insteadof on horse back as in former years. Naturally    that   of    the

sultan was the most magnificent. It was pulled by four horses and known as the sultanate carriage (saltanat arabasi).

Phaetons were used not only in the city but on journeys to nearby towns and cities. They exerted a considerable influence on the culture and art of the time, and are frequently mentioned in literature, where we find evocative descriptions of them by writers and poets.

The carriage makers of Istanbul were concentrated in the district of Vefa, and there were stables for the public phaetons in Taslitarla and Ayvansaray.

Phaetons gradually diminished in number as public motorized transport and private car ownership increased during this century, and today survive only on the Princes Islands off Istanbul (Büyükada; plz look at the December 1999 page) where motorized vehicles are forbidden, and in some seaside resorts and excursion places for taking rides rather than as a practical form of transport.

 

Ana Sayfa

Main Page