<%@ Language=JavaScript %> Sümerbank

Click on the pictures to enlarge them.

Yeniköy’ün karşı kıyısı Beykoz... Paçasıyla olduğu kadar Sümerbank Deri ve Kundura Fabrikasıyla da ünlü Beykoz... Cumhuriyet öncesi ve cumhuriyet döneminde uzun yıllar boyunca tüm Türkiye’nin ayakkabı ihtiyacını, işte bu fabrika karşılamış. 1810’lu yıllarda kurulan ve bugüne kadar kesintisiz olarak faaliyetini sürdüren Beykoz Fabrikası, halen üretimde olan ve terkedilen bölümleriyle bir müze-fabrika görünümünde. Karayolundan giderken bu tarihi fabrikanın sahile doğru yayılan dev bir kompleks olduğu farkedilmiyor. Ama sahilden motorla ya da boğaz vapuruyla geçerken, 183 dönümlük bir arazi üzerine kurulu fabrika, her biri tarihi özelliklere sahip farklı üniteleriyle çıkıyor karşımıza.

Osmanlı Devleti, Beykoz Fabrikası’nı sivil halkın ve özellikle de ordunun kundura ihtiyacını karşılamak amacıyla kurmuş. Fabrikanın ilk adı, “Tabakhane-i Klevehane-i Amire”. Daha sonra “Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası” adıyla anılıyor. Bugünün “Sümerbank Holding A.Ş. Beykoz Deri ve Kundura Sanayii İşletmesi”, 800’ü aşkın idari memur ve işçi kadrosuyla küçük ölçekte sivil halk, büyük ölçekte ordu ve resmi daire mensupları için ayakkabı üretmeyi sürdürüyor.

Türkiye’nin sanayi tarihine ışık tutan bir üretim merkezi Beykoz Fabrikası. Prof. Önder Küçükerman’ın “Geleneksel Türk Dericilik Sanayii ve Beykoz Fabrikası” adlı kitabında III. Selim döneminde Beykoz’da zengin su kaynaklarının yakınında bir debbağhanenin kurulduğu belirtilmekte. Daha sonra Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası’na dönüşmesi hedeflenen Hünkar iskelesi ve Servi burnu tarafındaki sahil bölgesi, deri sanayi bölgesi olarak tasarlanıyor.

1810’lu yıllarda Hamza Efendi adlı bir şahıs, Beykoz’da bir deri imahathanesi kuruyor. Bu debbağhane daha sonra orduya devrediliyor. Fabrika’da ordu için gerekli palaska, kütüklük ve koşum takımları üretiliyor. 1816’da, Beykoz Teçhizat-ı Askeriye adını alan fabrikada 1826’da keçi derisinden el üretimi askeri kundura yapılıyor. Beykoz Fabrikası’nda ilk buhar makineleri 1827’de çalıştırılıyor. Üretilen askeri kundura, çizme, koşum takımları 1856’da Uluslararası Paris Fuarı’nda sergileniyor. 1870’te fabrikada günde 300 çift kundura üretiliyor.

 Uluslararası Viyana Fuarı’nda Beykoz ürünü kunduralar altın madalya bile kazanıyor. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın girişimiyle 1912’de Beykoz Fabrikası’na 90 beygir gücünde 2 dizel motor ve buhar kazanı getiriliyor. Böylece, hızla büyüyen fabrikada günlük kundura üretimi 1000 çifte çıkıyor. Fabrikanın müdürlüğünü 9 yıldır Niyazi Usta yürütüyor. Fabrika gezisinde rehberimiz 22 yıllık Sümerbanklı Teknik Müdür Ali Karcıer. Fabrika, 180 yıllık ayakkabı geleneği ve sanatını teknik ve tasarım yönünden geçirdiği aşamalarla yansıtan bir üretim merkezi. Kışın sert geçtiği Doğu bölgeleri için buz ve karda yürümeyi sağlayan özel botlardan çöl savaşları için tasarlanmış ayakkabılara, tahta tabanlı güvenlik ayakkabılarından su geçirmez avcı botlarına, özel çizmelerden taşlarla süslenmiş kadın pabuçlarına kadar nice ayakkabı üretilmiş Beykoz’da.

Niyazi Usta’nın vurguladığı gibi, bugün sivil piyasa pazarını büyük ölçüde yitirse de, Beykoz Fabrikası, ordu ve resmi dairelerden gelen talebe bağlı olarak, yılda 500 bin çift ayakkabı üretiyor. Sümer Holding’in Türkiye’de dört fabrikası faaliyette. Geçmişte erkek, kadın, çocuk ayakkabılarının tümü İstanbul’daki fabrikada üretilirken, Doğu Anadolu’da Sarıkamış, Van ve Tercan’daki fabrikalar devreye girdikten sonra işbölümüne gidiliyor. Örneğin İstanbul’da artık yoğun bir talep olmazsa bot üretilmiyor. Kadın ve çocuk ayakkabıları ise Tercan’daki fabrikada üretiliyor.

Türkiye’de ayakkabı geleneği ve tarihini yansıtan bu köklü kurumun arşivinin değerlendirilmesi gerekli. 19. yüzyıldan kalma ayakkabılardan özel botlara, bir dönemin modasını yansıtan kadın ayakkabılarından terliklere kadar nice malzemenin yanı sıra, eski makineler, geçmişte fabrikadaki üretimi belgeleyen sayısız fotoğraf ve belge biraraya getirilerek bir müzede yerini almalı.

Teknik Müdür Karcıer’le fabrikayı dolaşırken, önce geçtiğimiz yıl üretime son verilen deri atölyelerini geziyoruz. Bu atölyelerin karşısındaki, İngilizlerin inşa ettiği yapılar, bugün depo olarak kullanılıyor. Deri atölyelerinde zaman durmuş gibi. Arıtma tesisi olmadığı ve boğazın sularını kirlettiği gerekçesiyle durdurulmuş üretim. Atölyeler arasında, köşe başlarında Osmanlı’dan kalma mermerden küçük çeşmeler çıkıyor karşımıza. Fabrika arşivinin düzenlenmesi konusunda bugüne kadar bir çalışma yapılmamış, ama Salih Kırtorun adlı bir usta, özel çabasıyla fabrikadaki eski objeleri biraraya toplayarak küçük bir ‘tarih köşesi’ oluşturmuş. Bu köşeyi deri sıyırma bıçakları, bir zamanlar işçiler için siren yerine kullanılan çanlar, fenerler, mühürler, teraziler süslüyor.

Bir başka mekanda ise Alman malı, buharlı dev bir makine çıkıyor karşımıza. Niyazi Usta’nın gösterdiği eski fotoğraflardan birinde gördüğüm, başında işçilerin çalıştığı bu makinenin yeri aslında Sanayi Müzesi.

Beykoz’da deri atölyelerinde zaman ve üretim durmuş olsa da, kundura atölyelerinde halen çalışmakta olan işçilerin çoğu Beykoz ve civarından geliyor. Büyük bölümü baba ya da dede mesleğini sürdürüyor. Eski yıllarda İstanbul’un çeşitli yerlerinden gelen işçiler olduğu için Eminönü’nden kalkan vapur günde birkaç sefer yapar ve fabrikanın iskelesine yanaşırmış. Şimdilerde, Yeniköy tarafından gelen az sayıda personeli taşımak ve karşı kıyıya geçmeyi gerektirecek özel durumlar için fabrikanın motorlarından yararlanılıyor. Karcıer’le birlikte bu motorlardan birine binip kıyıdan biraz açılıyor, önünden defalarca geçtiğimiz Beykoz Fabrikası’na bir de sahilden bakıyoruz. İskelenin yanıbaşı işçilerin çay molası verdiği havuzlu yeşil alan. Bu yeşil alandan kundura üretim atölyelerine giderken artık kullanılmayan eski ray hattı yer yer izleniyor.

Boğaz gemileri Hünkar iskelesine uğramıyor artık. Çay molası, çan sesiyle değil sirenle duyuruluyor; işçiler buharlı makinelerin değil, bilgisayarlı modern makinelerin başında. Zaman ve teknoloji değişmiş olsa da, tarihi fabrika hala ayakta Beykoz sahilinde.

Beykoz on the Asian shore of the Bosphorus is an attractive district with wooded hills behind. It was here that one of Turkey’s first factories was established in 1810, the Sümerbank Leather and Shoe Factory, which is still in operation today. This enormous complex built on 18 hectares of land is not visible from the road, but its historic buildings are a landmark to those passing by motorboat or ferry along the strait.

The Ottoman government established the factory primarily to make army boots but also shoes for sale to the public. Its original name was Tabakhane-i Klevehane-i Amire (Imperial Tannery) but in 1816 this was changed to Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası (Military Equipment Factory). Today the factory continues to make shoes and boots, mainly for the army but also as government issue for other state employees, and to a small extent for public sale, with a workforce of 800 people.

In his book about the traditional Turkish leather industry, Prof Önder Küçükerman explains that during the reign of Selim III (1789-1807) it was proposed to encourage industrial development in Beykoz because of the area’s abundant water sources, and the first tannery was established here early in the century. When the expansion into the mass manufacture of shoes, saddlery and other leather articles was proposed, the shoreline area between Hünkar Pier and Servi headland was earmarked for the building of diverse leather production plants.

In 1810 a private individual named Hamza Efendi built a tannery at Beykoz which was subsequently taken over by the government and turned into a factory to manufacture cartridge belts, pouches and harnesses for the army, hence the change of name in 1816. In 1826 we find the Beykoz factory producing handmade army boots from goat leather. In 1827 the first steam driven machinery was installed at the factory, and in 1856 army boots, cavalry boots and harnesses produced there were exhibited at the Paris International Exposition. A By 1870 the factory was producing 300 pairs of boots per day, and at the international exhibition in Venice boots produced at the Beykoz factory were awarded a gold medal. In 1912, at the instigation of Grand Vezir Mahmud Şevket Paşa, two 90 horsepower diesel engines and a new steam boiler were installed, increasing the factory’s daily output to 1000 pairs of boots.

We were shown around the factory by technical manager Ali Karcıer, who has worked here for 22 years. The factory’s fascinating collection of shoes and boots produced here over the past 180 years illustrates the changes in technique and design during this time. The factory has produced an extraordinary range of footwear: boots for walking in ice and snow designed for the harsh climate of eastern Turkey, boots designed for desert warfare, wooden soled security shoes, waterproof hunting boots, and even ladies’ evening shoes studded with costume gems.

Factory manager Niyazi Usta explained that the factory has largely given up commercial production altogether today, focusing solely on the needs of army and government employees, for whom it manufactures 500,000 pairs of boots and shoes a year.

The factory is a subsidiary of Sümer Holding, a state owned corporation which has three other shoe factories, all in eastern Turkey, in Sarıkamış, Van and Tercan. Since these factories opened, the Istanbul factory in Beykoz has only produced boots when demand outstripped supply, and women and children’s shoes are now the preserve of the Tercan factory.

The collection of footwear dating from the 19th and 20th centuries, old machinery, and innumerable photographs and documents at the Beykoz factory would provide material for a shoe museum. Although no work has started on the archive, factory employee Salih Kırtorun has organized a small ‘history corner’ in the factory displaying some of the historical objects it contains, such as leather working tools, the bells once used instead of today’s siren, lanterns, stamps and scales.

Technical manager Karcıer took us to the leather processing workshops, which were closed down last year because their waste water was polluting the Bosphorus. Opposite these are buildings constructed by British engineers which are now used as warehouses. Walking amongst the workshops we came across small marble wall fountains dating from Ottoman times.

In another building further on we saw a gigantic German made steam driven machine, whose place should really be in the Science Museum.

Among the old photographs which Niyazi Usta had shown us was one of workers using this machine. Although time has stopped in the leather workshops, the shoe production shops are still in operation. Most of the workers live in and around Beykoz, and in many cases their fathers and grandfathers worked at the factory. In the past, workers lived in various districts of the city and there was a regular ferry service from Eminönü on the other side of the Bosphorus, but today the factory’s motorboats carry just a handful of personnel from Yeniköy every day, as well as being used for other factory business. We boarded one of these boats with Karcıer to look at the factory buildings from the sea. Beside the pier is a small park with an ornamental pool where the workers spend their tea breaks and lunch hour in fine weather, and from here an abandoned railway line leads to the shoe workshops.

The Bosphorus ferries no longer call at Hünkar pier in Beykoz, the tea break is sounded with a siren instead of a bell, and the workers use modern computerized machinery instead of steam driven machines. Times have changed, but fortunately the memorabilia of the past has not been swept away, remaining to illustrate the story of industrial development as encapsulated in the Beykoz Leather and Shoe Factory.

 

Haziran 2000  Sayfasına dönüş

Back to

June 2000 Page